Sunday, August 27, 2006

Saturday, August 26, 2006

İsmail YK. ve Linç Kültürü

İlk şoku bir Kral Tv klibi karşısında yaşadım. Kürtçe yayın yasağı tartışılıyorken; Arapça, Kürtçe ve Balkan dillerinde yayınlar TRT denetiminde serbest bırakılırken bu klibi farkettim: Halte! Ne demek ve hangi dilde anlamlı bilmiyorum. Ancak bu klibin sinematografisi hala aklımdadır. Önde yüzü sinekkaydı tıraşlı esmer bir Türk Erkeği, BBG evine albüm yapmak ümidiyle hapsolan Tarık'ın yüz ifadesiyle inatla ekranın büyük kısmını kaplıyor ve ifadesini bozmadan şarkısını söylüyordu. Arkada bir folklör grubu, rus revü kızları arada bir girip çıkan dansözler klipte ne işe yaradığını çözemediğim bir sürü izleyici veya salınıp duran üniformaları yetişmemiş serbest kıyafetli amatör dansçılar vardı.Eşine benzerine daha önce rastlamadığım tuhaf bir klipti. Pek çok anlamlı şey anlamsız bir bütün oluşturmak için bir arada... Sanatsallığı ve estetikliği tartışılsa da yeni bir akım, yeni bir yaklaşım belki de kazara o klipte doğdu. Bu kadar zengin ve bütüne bakıldığında anlamsız bir koleksiyon ortaya çıkarma çabası ne olabilir... İşte "Linç Toplumunun" fenomenlerin gerçekliğini linç edişi ve bunun sanata yansıyışı...

Bunun savunucularından bir tanesi de İsmail Yk. Arabesk ve popun türleri arasında her daim deney halinde olduğundan tarzına Kuantum Mekaniğinden kaynaklanan "Belirsizlik ilkesi" dolayısıyla isim takamıyorum. İsmail Yk'nın tarzı için şu söylenebilir: "Hangi hızda gittiğini biliyorsanız, nerede olduğunu bilemezsiniz. Nerede olduğunu biliyorsanız hızını bilemezsiniz."
Hangi yöne evrileceği ve o anda ne yaptığı birarada bilinmesi imkansız.

Yurtseven Kardeşler'in en küçüğü İsmail Yk'dır. Bu 5 çocuklu gurbetçi işçi ailesinde en İsmail liseyi bitirince albümlerini çıkardılar. Yurtseven Kardeşler deneyi arabesk-elektronik karışımıyla yoluna devam ederken aile meclisi en küçük kardeş İsmail'i starlığa hazırlama kararı aldı (kaynak http://www.ismailyk.de) İlk şarkısı "Şappur Şuppur" ile onu tanımayan kalmadı. Televizyonların "Türk halkını İsmail YK.'dan bıktırma" politikasına bu şarkı iyi direndi. Şappur Şuppur yeni asırda "Alla Beni Pulla Beni"nin yeniden doğmuş haliydi. Bu Barış Manço klasik eseri ile İsmail YK şarkısı arasındaki fark İsmail YK'nın ruh halini toplumsal konumu ve argoyla harmanlayarak sunmasıydı. Şarkının ilk bölümünde bir yazlık beldesi diskosuna veya iğne atılsa yere düşmeyen cumartesi club'ına "akan" İsmail Yk. kafasındaki günlük sorunları bizimle paylaşmaktadır. İsmail Yk'nın eforları sonuç vermiyor ve sayın Yk o eşsiz tonlamasıyla teşhisi koyuyor: Yoksa ben zurna mıyım hııı? Şarkının birinci bölümü bittiğinde üzerine işportadan aldığı cicileri çekmiş, saçını İsmail YK. modeli yapmış, yazlık diskoda sarışın mavi gözlü rus alman irlandalı hollandalı gözleriyle süzen ama ümidi tükenmeye başlamış neşeli kalabalık içinde yalnız " ben sen o biz siz onlar"ı görüyoruz. "Bu gece de boş mu dönüyoruz?" sorusu aklına düşen her Türk genci gibi, "hani bu kadar turist esmer Türk erkeği için Bodrum'a geliyordu benim ne eksiğim var?" "otelin barındakiler o kadar "macera" anlatıyor. bunlar ya profesyonel zampara yada hepsi yalandı" gibi şeyleri düşünmeye başlıyoruz. İşte bu kadar yoğun duygular ancak böyle açıklanabilir: "Yoksa ben zurna mıyım hııı" Şarkının ikinci bölümünde İsmail Yk ve yanına yaklaşan bir İngiliz uçağı ile macerasını izliyoruz. Kız onu bara çektiğinde İsmail Yk. yeni işten çıktığını kızın pahalı içki almamasını, kendi kendine, içinden geçiriyor. Burada bir anda ekonomi politik bir meseleye geçiyoruz. İsmail Yk buna her an uyanık olmasa da aklının bir yerlerinde bir göçmen-işçi sınıfı bilinci taşıyor. Ve kızın pahalı ve sofistike bir şey istememesinden korkarken bir anda sınıfsal köklerine dönüyor. Kan,ter ve gözyaşı işçi sınıfının azimli savaşlarla kazandığı Cumartesi tatili, sözleşme hakkı ve grev özgürlüğü bir anda disko ışıkları altında aklımızdan geçiyor. Bu uçurumlar fazla derinleşmiyor.Derken YK bey tane tane anlatarak olay anlatımının gerilimini arttırıyor. "Bizi-imki votka-ayı usu-ulca yudumla-adı, gömle-eğimin üst düğme-esini açtı" Tam bu anda Yk beye, o imrendiği şanslı azınlık gibi, yarın sabah barda anlatacağı hikaye çıktı . Ama YK bey sanatçı kişiliğini burada ortaya koyuyor. Bunu otelin havuz barında "herşey dahil limitsiz yerli içki" vaktinde gerile gerile anlatmak yerine bundan bir şarkı yaratıyor. İşte biz, dinleyiciler, tam olarak o anda, o herşey dahil otelin havuz başındaki barında, cintonik önümüzde yanda ne anlatıldığından bihaber Ukraynalı kızlar; İsmail YK'nın bizi bara toplayıp geçen gece biz bardan ayrıldıktan sonra tek başına neler yaptığını anlattığını farkediyoruz. Arkadaki müzik ise havuz kenarındaki hoparlörden gelen içkili halde veya havuz çıkışı içi su dolu kulaklarla anlayamadığımız müzik. Ve daha ilginci İsmail Yk'nın da bu havuz bar adamlarının yaptığı gibi aynı hikayeyi aynı tonda anlatabildiğini anlıyoruz. Zaman-mekan anlayışımız işte bu noktada kendine geliyor. Şimdi sormamız gereken bir soru var. "Eee kız ne oldu İsmail?" Şarkının üçüncü bölümü ise bu soruya verilmiş bir cevap, trajedik bir son. YK bey'i cep telefonundan babası arıyor. Gecenin o saatinde barda içtiği için azar yiyen YK evine dönüyor. Ve şarkı da bir tür "her maça üç puan için çıkacağız, önümüzdeki maçlara bakacağız" mesajıyla bitiyor. Bu hikaye her yıl tekrar tekrar farklı yer ve zamanlarda kişilerle gerçekleşmiyor mu? Buna ne denir? Bireyseldeki toplumsal denir. İsmail YK bir gece macerasından böyle dönerken bunu bin yıl sonra çözecek antropologları malzemeye boğuyor. "Tarihin bir döneminde az gelişmiş insan türü avlanmak için geceleri dışarı çıkar... Eş seçimi bu müzik eşliğinde alınan alkol eşliğinde gerçekleşir... bu çiftleşme ritüeli için gece kulüpleri inşa eden insan türü...Başarısız ve yalnız olanlara "zurna" etiketini yaftalayarak..."

Bunun üzerine mesajı ne olursa olsun yazının başında anlattığım müzikal felsefeye rast gelen anlamlı parçalardan anlamsız bütün yaratna çalışması olarak "Allah Belanı Versin" başlıyor. Bu Allah Belanı Versin'deki müzikal çeşitlilik çok girift. Yayılmak yerine düğümlenip kendi içine toplanan bir hali var. Klasik batı müziği var, Elektronik öğeler var, Oryantral etkiler var,Rock bile var. Ama bu kadar var'lığı yok'luğa dönüştürmek İsmail Yk'nın kendine biçtiği sanatsal misyon. Tıpkı Halte klibindeki gibi.

Şarkıyı dinleyen hemen herkes başka bir yöne takılmış. Sözlerin boşluğu ve birbirini tekrarlayışı dinleyicilere o karmaşık müzikle ilgilenebilme fırsatı veriyor. Kimi rock baterinin aksaklarına takılmış , kimi arkada derinlerden gelen klasik batı müziği etkilerine, kimi sonlardaki o elektro gitar solosuna , kimi ney sesine... Her biri ayrı ayrı anlamlı, ama bir arada anlamsız... Zenginliği ve çeşitliğiyle gurur duyduğumuz toplum da bu biraradalığın bu anlamsızlığını yaşamıyor mu? Ve cemaatler tepki vermek istediğinde aklı, sağduyuyu sıfıra indirip saf öfkeyle vurmuyorlar mı? "Linç toplumu" da bir nevi bu şarkıya sıkışmış aynı sözleri durmadan tekrarlayan ve müziğe yansımış karmaşık bir kültürel zenginlikle o arabaya girişmiyor mu? Linç Toplumu sakin halinde o yazlık diskoda şappur şuppur öpüşürken, bu anın havuz-bar muhabbetlerinde yitirmeyip o macera anını ölümsüzleştiren bir şarkı yaparken ,bir anda ne olduğunu anlamadan bagajdan levyeyi çıkarıp o arabayı linç ediyor. Sevgili kendi 4x4 arabası evrenin bir başka köşesinde yol alırken "sen beni unutmuş için kupkuru, benim gönlümde hala o arzu" gibi bir durum varken o araba parçalanıyor. O arabanın parçalanması gücü bir şekilde göstererek YK'yı tatmin ediyor. Çünkü kimse bundan sonra ona "zurna" diyemeyecek ve YK da zurna olmadığına kendini inandıracak

Ney gibi tasavvufi kökenli bir enstrümanın öfkenin önüne sürülmesi, tüm bu yıkımın o üç dakikalık şarkıda o üç dakikalık "linç anına" sıkıştırılması ve o disko gecesinde zevki anlatırken ağır çekim heceleyen YK'nın "linç öfkesini" anlatırken müziği hızla akıtması göze çarpan diğer detaylar... Bu "linç toplumunun" "linç kültürü" eserini linç eylemlerinde dört bir ağızdan söylemek dileklerimle...

Monday, March 13, 2006

Tuesday, February 21, 2006

Asabiyetin İzleri Sunum Metni (22.02.2006)

Sunumuma başlarken bu etkinliği düzenleyen ODTÜ Sosyoloji Topluluğuna “özel teşekkürümü” sizler önünde iletmek istiyorum. “tamamlanmış” ve “savunulmuş” iki tez çalışmasıyla , benim “tez önerime” aynı oturumda fırsatı verdileri, “yeni başlayanlara” verdikleri destek için topluluğa teşekkür ediyorum.

Göçmen konusunda dahil edildiğim sunumun ana başlığı “Avrupa’da Göç Sorunları”.

Sorun yaratan göç ve sorun yaratan göçmenlerden önce göçmenin içine “bir şekilde” dahil olduğu sorunlu batıdan veya batının sorunlarından bahsetmek gerekir.

Çağımız toplumlarına “post-modernizm”-“neo-liberalizm”- “risk toplumu” - “vahşi kapitalizm” - “vahşi kent” (urban jungle) gibi ifadelerle yaklaşılıyor. Komünal ve eşitlikçi ilkel toplumdan gelen dayanışma ağlarının yerine/ bireyi sosyal hayatında motive eden asabiyyet,namus,şeref gibi değerlerin yerine /post-modern düşünce girişim özgürlüğünü, acımasız rekabet koşulları, karın ençoklaştırılmasını, sınırsız sermaye birikimi gibi kendi değerleri koyuyor.Kişinin sahip olduğu “Feodal bağların” tasfiyesi post-modern tabloda hız kazanıyor.

“Toplumsal Hareketler” post-modern çağda sınıfsal tabanlarından koptu. Sınıfsal hareketler tam da Marcuse’nin öngördüğü gibi/ sistemin bir dişlisi halini alarak etkisizleşti. Risk toplumu toplumsal hareketleri /sınıfsal tabandan bağımsız hareketler halini alarak/ zayıfladı. (Sisteme en ciddi direnişi Linux kullanıcıları verirken bu yeni toplumsal hareketler eşcinsel,feminist,çevreci hareketler olarak sayılabilir. Bu hareketler kendi kuramsal gerçekliklerinde, kendilerini dünyaya duyurmak için uğraşırken 68 Paris olaylarından bu yana bir araya gelemedi. bu parçalanmışlık/ Safari belgesellerindeki sürüler gibi, dışındaki diğer hareketler sisteme yenilirken ve yok olurken karşısına geçmek , kendi kaçınılmaz sonuna bakmak ve bakmak ... Yaşadığımız kent, gerçek bir vahşi hayattır bir jungle’ı andırır, feminist duyarlılıklarımıza karşın gözümüzün önünde fiziksel şiddete ve hakarete uğrayan bir kadını görmezden gelerek işe gitmek,Politik duyarlılıklarımıza rağmen işyerimizde gördüğümüz yolsuzluklara ses çıkarmamak, tüm duyarlıklarımızı kapatarak akşam haberlerinde kent suçlarını, vahşi kentin hallerini, kentsel eşitsizlikleri ve sefaleti izlemek izlemek ve izlemek demek.

Ve bu post-modern tablo içinde/ kandaşlık yaratmanın, dayanışma oluşturmanın, kitlelerde seferberlik yaratmanın imkansızlaştığı bir dönemde/ göçmen hareketi zor olanı yaptı ve harekete geçirdi. Bu ayaklanma /aslında risk toplumuna ve ekonomideki ifadesi neo-liberalizme karşı/ göçmenlerin “eskinin güveniyle” birbirine kenetlenmesi/ kuralları yeniden koyacak bir töre, topluluğu motive edecek ve hayatı anlamlılaştıracak “şeref”, cemaati koruyacak bir asabiyet/ koruduğu takdirde hayat mücadelesine yeniden yeniden katılabileceği namus gibi/ batının “akıl dışı” “irrasyonel” bulduğu unsurlarla “post-modernist” tabloda vahşi kapitalizm ve vahşi şehir’de tutunma ve yer açma mücadelesidir. Benzeri Türkiye’de şehirlere göçle yaşanmış, hemşericilik-mahallecilik stratejileri arkasında politik ekonomik kültürel izler bırakarak çözülmüş asabiyyet modern dünyada kendisini ve yeni töresini inşa etmiştir.

Batının göçmene bakışı Paralel Toplum ifadesinde saklıdır. Bu ifade/ kuantum mekaniğinin “Paralel Evren” teriminden Sosyal bilimlere transfer edilmişe benziyor. Bu modele göre göçmenler/ yerleşikle etkileşmeyen “içine kapalı” “kendi kurallarıyla yaşayan” bir paralel toplum kurmuşlardır. Bu paralel evreni kendi kurallarıyla anlamanın bir önemi yoktur. Çünkü Doğu (Orient) zaten akıldışı tutuculuklara sahip/ irrasyonel, mistik ve egzotik bir alandır. Doğulular cennete gittiklerinde üç yüz hurinin kendilerini beklediğini düşünerek vücutlarına bombaları bağlayıp bir düğmeyle kendilerini havaya uçurabilecek kadar irrasyonellerdir. Risk toplumunda göçmene ayrılan yer evrenin diğer ucu değil, bizim paralel evrenimizdir. Göçmenin bizim toplumsal evrenimizde yeri yoktur, onların yeri (varsa eğer) paralel bir başka evrendir.

Ben bu batı-merkezli göçmen algısından bir nebze sıyrılabilmek için, doğuyu doğudan bakarak incelemiş ve doğudan yola çıkarak evrensel bir teori ortaya artmış İbn-Haldun’a ve teorisinin başat unsurlarından asabiyyeti analiz aracı olarak başvurmayı seçiyorum. Paris Olaylarını, Avrupa’nın göçmenden neleri alıp götürdüğünü ve göçmenlerin dünyasında neyin yerini dolduramadığı… modern asabiyetlerle, göçmenlerin nelerin yerini doldurmaya çalıştığını sorguluyorum.

Post-modernizmi eleştirirken aslında post-modernizmden vazgeçemeyip sunumun anafikrini ve mesajlarını başta verdiğim dikkatli dinleyicinin gözünden kaçmamıştır. Bu sayfada sunumun problemlerini vermemdeki amacım dinleyicilerin sunumu ve dolayısıyla beni denetleyebilmesi….

Asabiyyetin İzleri
Hazırlayan: Alperen Atik
http://alperenmyung.blogspot.com
E-mail: alperenmyung@gmail.com

Asabiyyetin İzleri
İç-göç, Etnik Çatışma-Dayanışma Dinamikleri
1995 Gazi Mahallesi Olayları
2005 Paris Olayları
Sunumun ana problemi

  • “İlk Sosyal Bilimci ” İbn-Haldun’un (1332 – 1406) sosyal bilimlere giriş kitabı Mukaddime’sinin temel kavramlarından biri olan “Asabiyyet”i
  • İç-göç ve Türkiye’nin etnik çatışma-dayanışma dinamiklerini
  • Gazi Mahallesi 1995 Olaylarında
  • Paris 2005 Olaylarında
  • Tepkinin oluşumu örgütlenişi ve toplumsal şartlar açısından
  • Yorum çabasında kullanmak

Konunun “Göçmen” başlığı ile ilgisi

  • Kır topluluklarından ve onun “Asabiyyet” etrafında konumlanmış sosyal organizasyonundan koparılan “Göçmen”in yeni dünyada
  • Kimlik sorununu aşma şekli
  • Etnik dayanışması ve töreyi yeni dünyada inşa etme çabası
  • Diğer etnik dayanışmalarla ve yerleşiklerle çatışması (Hemşeri dernekleri-etnik mafya,töreler çatışması)
  • “Yerleşik”te de buna karşılık “karşı asabiyyetin” ve göçmeni dışlayan “karşı-taasub”un oluşması
  • Yeni “Töre”nin kolları (“Sınıf bilinci” yerine “Hemşehricilik” tabanlı siyasallaşma)

Asabiyyet Kavramı Üstüne Kelime Kökeni Çalışması-1
Aseb: Vücuttaki sinirler
Asb: Kavim eşrafı
Usb: Kavmin hayırlı kişileri (Uludağ,2005:94)

Fuad Baali, Asabiyyet kavramını “bağ” anlamındaki asab sözcüğünden türetiyor. (kelimenin özel anlamı sinirlerin ve damarların bağı)

“Asabiyyet” denince ilk anlaşılması gereken bir bağ (cohesion) ifade ettiği ve bu bağın “organik” miş hissi veren “kendiliğinden” ci bir oluşuma sahip olduğu. Bu yönüyle Tönnies’in gemeinschaft’ı ile beraber düşünülmeli.

Asabiyyet Kavramı Üstüne Kelime Kökeni Çalışması-2

Ümit Hassan Asabiyyet sözünün kökünü hiçbir şüpheye ve çekinceye yer vermeksizin Asabe (Baba tarafından akrabalar) sözcüğüne dayandırır.
Ümit Hassan’ın bu etimolojik çıkarım ile yapmaya çalıştığı asabiyyetin diğer kandaşlıklarla ve bağlılıklarla farkının altını çizmektir.
Anahan nitelikli (eşitlikçi-komünal) toplumsal yapıda var olan kandaşlık, Babaerkil toplum düzenine geçerken Asabiyyet’e dönüştü.
Kandaşlık-Asabiyyet İlişkisi (Ümit Hassan’ın Dikkati Çektiği Nokta)

  • Totem (Bütüncül kutsallık)
  • Eşitlikçi komünal düzen
  • Üyeler arasında kandaş ilişkiler
  • Ortak Mülksüzlük

kandaş topluluklarda geçerliyken

  • Mana-Tabu ayrımı
  • din-sihir,kadın-erkek ayrımı kadının ve sihrin tabu (tekin olmayan) ilan edilişi
  • Yeni oluşmaya başlayan erk ilişkileri
  • Üyeler arasında dayanışma, “ötekiyle” çatışma
  • Asabiyyet ile mülke yöneliş


Asabiyyet Tanımı
Asabiyyet’ten anlaşılması gereken ilk şeyin bir bağ olduğuna değinmiştim.
Asabiyyet için group spirit (hizip hissi) veya tribal solidarity (kabile dayanışması) karşılıkları kullanılıyor.
Asabiyet bir cemaatin kolektif aksiyonerliğidir, ilk amacı cemaati saldırılardan korumaktır.
Bir ruh olmanın yanı sıra eylemlerle, akınlarla, yağmalarla da beslenen bir dayanışma-aidiyet-gurur duygusudur. Asabiyet teorik ve pratik ayakları olan bir "praksis"tir.
bunun yanı sıra asabiyet yalnızca bir dayanışma örgütü değildir. ötekine ve yabancı olana karşı cemaat adına bir savunma, cemaatin şerefi çiğnendiğinde bir intikam mekanizması olarak da işlev görür. (intikam burada geç kalmış bir meşru müdafaadır)
“Asabiyyet’in İzleri” İfadesi üzerine
Bir “tarihsel ideal tip” olan Asabiyyet kapitalist çağın toplumlarına değişerek, dönüşerek ve çözülerek ulaştı.
Bir “tarihsel ideal tip” olarak “ilk haliyle” günümüz dünyasında arandığında Afrika’nın avcı-çoban topluluklarının hakim olduğu kimi yörelerde rastlanabilir.
Bir tarihsel tipin günümüze uzanan izleri sürüldüğünde çobanlık dönemi toplumsal yapılarının kalıntılarını tasfiye edememiş ülkelerde izleri gözlemlenir.
İzlerini süren bilim adamlarını örnek vermek gerekirse
İslami terör örgütlerinin üyeleriyle bağlantısını açıklamak için Akbar Ahmed “hiper-asabiyyet” terimini kullanıyor. Bu bağlılık pre-feodal dönemin kabileye bağlılığından bile daha sıkı. Buna göre Doğu, batıyı iyisi ve kötüsüyle tümüyle reddeden bir “hiper-taasup” etkisi altındadır. İslami terör örgütlerinin doğduğu yere “İslam Dünyası” şehirlerine dikkat çekiyor. Bir tarafta petro-dolarlar üstünde yükselen gökdelenler öte yanda varoşlar...
Asabiyyet’in İzleri” İfadesi Üzerine-2
Akbar Ahmed’in, Asabiyyeti “az gelişmiş” olanda arayan temelde batı-merkezli ifadesine bir çekincemi sunarak katılabilirim. Çobanlık dönemi kalıntıları en taze toplumlardan Amerikan toplumunda, Asabiyyetin ve Taassubun izlerine rastlanır. (“Western Sineması Sığır Çobanları” “Benim Cici Silahım” bunun ipuçlarını verir) Asabiyyetin “en gelişmiş”de hüküm sürmesi daha büyük bir sorundur. (ABD’nin Askeri-Endüstriyel Kompleksi ve Savaş Ekonomisi) (soru halinde açabilirim)
Michel Seurat 80’lerde Lübnan’da Trablus şehrinde asabiyyetin izlerini sürerek, “kentsel asabiyyet” anlamında “urban asabiyyah” tezini ortaya attı. Seurat’ın amacı bir siyaset sosyologu olarak şehirlerdeki siyasal şiddetin arkasındaki toplumsal yapıyı incelemekti. Trablus’da mahalleleri yöneten silahlı toplulukları asabiyyet kavramını kullanarak inceledi.
Şehrin varoşlarında asabiyyet etrafında birleşen topluluklar ve sebep oldukları şiddet olaylarını Ortadoğu’da inceleyen Seurat, Latin Amerika’da favela’lar, Fransa’da banliyöler, ABD’de gettolarda benzer bir dinamiğin olduğunu söyledi.

Michel Seurat
Michel Seurat’ın kentsel asabiyyet üstüne fikirleri 20 yıl sonra doğrulandı.2005 yılında, Kentsel asabiyyet temelli çatışmalar, Michel Seurat’ın öngöremediği yerlerde bile yaşandı. Göçmen toplumlarının en tozpembe tablosu Avustralya’nın sub-urb’lerinde beyaz gençlerin göçmen mahallelerine saldırıları ve mahalleler arası çatışmalar, Paris Olaylarının ardından geldi.
Michel Seurat’ın günümüzü 20 yıl önceden yakalayışını Ortadoğu şehirlerini ve şiddeti analiz edip batının benzer dinamikleriyle karşılaştırmasında ve İbn-Haldun üstüne ilk dili Arapça olması sebebiyle birincil elden hakim oluşunda aramak lazım.
Urban Asabiyya Kentsel Asabiyyet-Mahallecilik
Sahip olduğumuz Batı Merkezli bakış dolayısıyla 2005 Paris Olaylarını türünün ilk ve son örneği gibi algılıyoruz.
Bu olay öncesindeki varoş-şehir arasındaki kültürel-siyasi ve ekonomik gerilimi ve eşitsizliği gözden kaçırıyoruz
Bir “getto ayaklanması” “göçmen ayaklanması” niteliğiyle bile ele alınsa bu olaylar ilk değil.
Latin Amerika favela’larında, şehre yeni göç edenlerden oluşmuş mahalle topluluklarının aynı mahalleden olma bilinciyle aralarında dayanışarak, belediye yıkım ekipleriyle ve mafya ile çatışmaları…70’lerde Favela’lara dayanarak Brezilya’da “favela devrimiyle sosyalizm” denendi. Carlos Marighella, Che Guevera’nın “Guerilla” stratejisini “Şehir Gerillalığı”na dönüştürdü.
Türkiye, Paris Olaylarının benzerini Gazi Mahallesi 1995 Olaylarıyla, Avustralya “sub-urb”lerinde beyaz gençlerin göçmenlere saldırılarının benzerini Serik Olaylarında yaşadı
Önemli Hatırlatma
Toplumların benzer tarihsel-toplumsal gelişim çizgisini takip ettiği varsayımı altında Asabiyyet de bir tarihsel ideal tip olarak evrenseldir.
Asabiyyet’in izleri ise toplumun, çobanlık geçmişine tarihsel ve kültürel yakınlığı oranında kendisini gösterir.
Asabiyyet’in izlerinin etkileri toplumdan topluma değişir
Asabiyyet ve Diğer Sıkça Kullanılan Kavramlarla İlişkisi

Töre: Kökenini tös/tör’den totem adlarından alır. Töre topluluğun totemini yani “topluluğun birlikteliğini ve kutsallığını” sembolize eder. Totemin “bütüncül kutsallığının” yıkılışı ve “Mana-Tabu” ayrımıyla birlikte bugünkü “yasaklayan” anlamına yaklaşmış, devletleşme sürecinde asabiyyetlerin birbirinin üstünde hüküm kurmasıyla başlayan eşitsiz ilişkileri ve toplumdaki diğer eşitsizlikleri de güçlünün lehine meşrulaştıran bir araca dönüşmüştür.
Göçmen topluluğu şehirdeki iç-denetimini töre ile sağlar. Töreyle ters düşen asabiyyetin getirilerinden faydalanamaz.
Göçmenlerde “yeni dünyada” töreyi diriltme çabalarına örnek olarak Etnik Mafya örnek verilebilir. İtalyan örfüyle (Omerta) iş ilişkileri kuran İtalyan Mafyası, Baba filminden okunabilir. Bir figür olarak Don Carleone’nin derdi törenin yeni dünyada yeniden inşasıdır.
“Berlin’in göbeğinde Töre Cinayeti” haberi sonrasında ortaya daha kendiden emin atılan “Paralel Toplum” kavramında Batı’nın doğuya oryantalist-şarkiyatçı bakışını görürüz. Paralel Evren

Töre’nin Yeni Dünyada “Modern Temeller” üzerinden doğuşuna bir örnek
'Siyasi töre'nin sonu 20 ay hapis cezası
RADİKAL - ANKARA - Eski Devlet Bakanı Sadi Somuncuoğlu'nun cumhurbaşkanlığına aday olmasını, 'töreye karşı geldiği' gerekçesiyle engellemeye çalışan eski MHP milletvekilleri Cemal Enginyurt ve Ahmet Erol Ersoy, 20'şer ay hapis cezasına mahkûm edildi. (16.02.2005)

Namus
Töreye uyduğu oranda bireye atfedilen değerdir. Eylemleriyle töreye uyan namuslu, töreyle aykırı düşen namussuzdur.
Töreye uymak topluluğun asabiyyetinin kişiyi “öteki”ne karşı koruyan dayanışma ağından faydalanabilmek için önemlidir.
Namus dayanışma ağından faydalanabilmek için verilen ödündür. Dayanışma ağının içinde olmasından bireyden zorla kesilir. Birey bu ödünü gönüllü vermez. Sosyalleşme-Kültürlenme etkisi ile içselleştirilir.
Şeref
Topluluğun töresine bağımlılığının göstergesi olarak, topluluğa dışarıdan atfedilen değerdir. Bir aileye ait olabileceği gibi daha geniş anlamda boya kabileye aşirete veya “memlekete” de ait olabilir.
Şeref , bir diğer ifadeyle topluluk üyelerinin namusları toplamıdır. Namus ve şeref birbirine yakın kavramlardır. İkisi de dışarıdan atfedilen ancak töre etkisiyle içselleştirdiğimiz kavramlardır.
Birinin topluluğa ait olduğunun, ötekinin kişi başına düşen statü olduğunun ayrımı keskin değildir. Günlük dilde birbiri yerine kullanılan sözcüklerdir (Kendime çekince koyuyorum)
Bir farklılık olarak namusun o topluluk üyelerine karşı öne sürülebilen içsel, şerefin diğer asabiyyetlere karşı öne sürülebilen dışsal bir anlamının olduğu söylenebilir. İlkel-Komünal dünyada totemin ve topluluğun şerefi var iken ve boyların birbirini hüküm altına alarak aşiretleşmesiyle şeref de dışa dönük ve eşitsizlikçi bir anlama sahip olmuştur.
Töreye dayanarak bir cinayet işlendiğinde, cinayeti işleyen yalnızca kendi namusu için değil topluluğun şerefini de kurtarmak adına yapar. Bu sebeple namus, şerefle beraber ele alınmalıdır

Taassup
Mukaddime çevirmenlerinden Süleyman Uludağ’a göre: Asabiyyet gütmek. (aynı kökten geliyor)
Taassup günlük yaşamda bir inanca körü körüne bağlılık anlamında kullanılır. Asabiyyet bağı da körü körüne bir bağlılık içerir. Akrabalık ilişkilerinin nedeni sorgulanmaz. Asabiyyet, töresini bir taassup ile korur. Törenin sorgulanmadan güçlü kalmasını bu taassup sağlar.
Taasubun bir yönü de diğer töreleri tanımamak kendi töresini tek geçerli töre olarak görmektir.
Hayatını sınırları çizilmiş dar bir alanda geçiren ve diğer kültürlerle kısıtlı geçimlik ilişkiler kurmak dışında etkileşime girmeyen topluluklarda taassup daha etkindir
Taassubun diğer töreleri tanımamaya giden yönü altında, topluluğu yabancıya kapatarak saldırılardan korunma ve her yabancıyı potansiyel saldırgan olarak gören bir asabiyyet vardır.
Göçmenler, yerleşiklerde taassupla karşılanır. Yerleşiklerin taassubu karşısında, göçmenler de taassuba (asabiyyet ilişkileri gütmeye) sarılırlar.
Hemşericilik
Hemşericilik, asabiyyetin günümüz Türkiye’sinde toplumsal,ekonomik ve siyasal sonuçları gözlemlenen kaynağını feodal öncesi toplulukların asabiyyetinden alan bir olgudur.
Kelime anlamı itibariyle “aynı-şehirlilik” olsa bile toplumsal pratikte bu aynı soy-köy, boy, aşiretten olanların dayanışması şeklinde de görülür.
Hemşericilik, kır topluluğunda asabiyyet ve etrafındaki değerlerle korunan topluluğun, kente göçle beraber “risk toplumu”na karşı daha da savunmasız gelmesine karşı, şehir toplumunda göçmenlerin asabiyyeti ve eski töreyi diriltme arayışıdır.
Göçmen daha köyünden çıkmadan hemşerici bağları sayesinde şehirden, şehir yaşamından haberdar olur. Evini ve işini hemşerici bağlarla bulur.
Bu arayış sonuçta başarısızlığa mahkum görünse bile, göçmenin şehir ile diyalog ve pazarlık araçlarını yaratarak, şehirleri inşa ederek görevini tamamlamaya yaklaşmıştır.

Hemşericilik-Mahallecilik
Mahallecilik, göçmenlerin ,vahşi-kente (urban-jungle) karşı bir diğer stratejisidir.
Michel Seurat’ın “Urban Asabiyya” mekanizması “Mahallecilikte” vücut bulur. Mahallelerde kentsel asabiyyete rastlama mümkündür.
Göçmenler için, hemşericilik ile elde edilen faydalar tıkanmaya başladığında, bir arada yaşayan hemşeri törelerinin çatışması sonucunda üzerinde uzlaşılmış “mahalle töresi” ve “mahalleli kimliği” doğar.
Bazen mahalle kimliği öyle baskın çıkar ki mahalle kendi dilini ve argosunu
Türkiye’de en meşhur mahalleli kimliği ve töresi Recep Tayyip Erdoğan dolayısıyla Kasımpaşalılıktır. Erdoğan örneğinden bakıldığında, İstanbul’a göçün ikinci neslinde, Kasımpaşalılık pek çok hemşerilik ilişkisinin önündedir.
Mahallecilik göçün ikinci neslinde eski dünya ile bağlantısını yitiren ikinci nesiller ile başlar. Kendisini senede bir ay kaldığı bir yere ait hissetmeyen, şehir cemaati tarafından da kabullenilmeyen ikinci nesil bu stratejiyle ayakta kalır.
Göçmenlerde ikinci nesil ve sonrası, kimlik, aidiyet ve dayanışma sorununu hemşericilikten çok mahallecilikle aşıyor. Paris olaylarında gençlerle yapılan röportajlardan bu sonuç çıkıyor.

Gazi Mahallesi
Bu mahalle, Gazi Mahallesi: Divriği Yemek Salonu, Sivas Çavdar Köyü
Derneği, Zübeyde Hanım İlköğretim Okulu, İsmetpaşa Caddesi, Can
Türküevi, Halk Polikliniği, 'Ekim şehitleri ölümsüzdür' afişi ve Hacı Bektaşi Veli Gazi Cemevi ile bir Alevi gettosu...
Gazi Mahallesi
Mahalle, 1975'e değin Atatürk Çiftliği olarak biliniyormuş. Sivas, Çorum ve Tokat'tan gelen göçlerle birlikte nüfus artmış, adı da Gazi Mahallesi'ne çevrilmiş.Mahalle yeni göçlerle geliştikçe yeni cadde, sokak ve bulvarlar 'siyasal dokuya' uygun biçimde haritaya eklenmiş: İsmetpaşa ve Kıbrıs caddeleri,Atatürk Bulvarı, Zübeyde Hanım İlköğretim Okulu... Mahalle, nüfus artınca dörde bölünmüş: Gazi, 75. Yıl, Zübeyde Hanım ve Yunus Emre mahalleleri.. Ancak, 130 bini aşkın insanın yaşadığı dört mahalle eski adıyla anılıyor. Tahmine göre nüfusun %75’ Alevi
(RADİKAL, 06/02/2006 )

Gazi Mahallesi 12 Mart 1995 Olayları
şeref-töre-mahallecilik bağlamında ele alındığında: Varoş Töresinde “Mahalle Kahvehanesi” mahalleci cemaatin çekirdeğidir. Köy kahvehanesinin köyün tek kamusal alanı olması gibi… Kamuoyu orada oluşur, siyaset orada (seçim toplantıları) yapılır, mahalleliyi ilgilendiren haberler kahvehanede toplanır. Mahalle Kahvehanesine yapılan bir saldırı doğrudan mahallenin şerefine yapılır. Kahvehanesi basılan bir mahallenin asabiyyet sahibi, delikanlısı, kabadayısı yok demektir. Şerefin topluluğa dışarıdan atfedilen değer olduğu düşünüldüğünde, şeref yeniden kazanılmadıkça mahalleci töresine göre o topluluk tecavüzlere açık demektir.
Tepkinin mahalle adına verilişi bir aidiyete, bir dayanışma-saf tutma, ötekine karşı tepki, çatışma bir kentsel asabiyyete işaret eder.
Olayların diğer Alevi gettolarına sıçraması bize bunun mahallecilk boyutuyla beraber mahalleciliği aşan boyutları da içerdiğini gösterir. Alevi ortak kimliği ve topluluğun korunması üzerinden harekete geçiş ve şerefi yeniden kazanmak var. Şeref yeniden kazanılmazsa saldırılar devam eder
Gazi Mahallesi 12 Mart 1995 Olayları
Toplumla İlişkiler: Toplumda Alevilere karşı kaynağını dinden alan bir taassup var. 30 yıl öncesine kadar kır topluluğunda “haramdır” diye Alevilerin yemeğini yemeyen, evine girmeyenler bugün aynı şehirde yaşıyor ve bazen aynı apartmanlarda yaşıyor.
İş ilişkileri veya evlilik gibi cemaatler arasında zorunlu bir arada yaşamayı gerektiren durumlarda taassup Alevinin karşısına daha ciddi çıkıyor
Okullarda verilen “din kültürü ve ahlak bilgisi” dersleri hep Sunni inanışın Hanefi mezhebine göre düzenlendi. 80 öncesi din dersleri seçmeliydi.
80 darbesinden sonra zorunlu din dersleri ile Alevinin farklılığı ona ilkokul sıralarında hissettiriliyor, cenazelerini cem evinden kaldırdıkları zaman cenaze masraflarını,belediye yardımı almadan, kendileri üstlenmek üstlenmek zorundalar. Aleviler taassubun etkilerini okul sıralarından cenazelere kadar yaşıyor.

Polis ve Gazi Mahallesi
Kahvehane taramasında 2 kişi, Polisin olaylara müdahalesinden sonra 32 kişi öldü. Bu sebeple polisin gettoya, gettonun polise bakışı önemli
Göçmen Hafızası: Alevi cemaatinin hafızasında polislere karşı olumsuz görüntüler var.
80 Öncesi köy kundaklamaları, Kahramanmaraş ve Çorum katliamlarında emniyet güçlerinin olayları durduramaması
Gazi Mahallesinden iki yıl önce Sivas Madımak Oteli Katliamında otel çevresini saran ve beş saat boyunca slogan atan topluluğa polisin müdahale etmeyişi
Otel kundakçılığını, yürüyüşlerle kutlayan sarıklıları sakince izleyen polis görüntüleri
Doğuda terör sorunu ve ohal uygulamaları (boşaltılan veya terkedilen köyler) sonucu şehirlere göç eden göçmenlerin ”can güvensizliğine” karşı özel hassasiyeti
Bu olumsuz görüntüler arasında sayılabilir
Polisin Gazi Mahallesi algısına bakıldığında Gazi Mahallesi 80 öncesi radikal sol hareketlerine yer açmış, PKK ve diğer “bölücü” örgütlerin de şehir kollarının üssü.
Polisten taraf olduğunu açıklayarak davadan çekilen mahkeme heyeti başkanı, mahkemenin sürekli il değiştirmesi ve olaylara karışan 20 polisten 18’inin ilk duruşmada serbest bırakılması, sorunun sadece polis ile değil beraberinde adalet sistemine de dair olduğunu gösterir


Paris Olayları
Olaylar cemaati koruma, topluluğun kutsallığını ve şerefi yeniden kazanma amaçlı başlıyor
Hareket niteliği itibariyle bir Gazi Mahallesi gibi bir Getto İsyanı. Mahalle temelli bir karşı çıkış. Mahalle cemaatini koruma güdüsü ön planda
Avrupa’nın diğer mahalleci nitelikli “kentsel asabiyyet” sahibi göçmen topluluklarının da eylemlere sonradan destek verişiyle mahalleciler arası dayanışma sınırları aşıyor.

Polis’in önyargılı bakışı (La-Haine filmindeki Polisler ve Getto gençleri) Polise göre getto mafyanın üssüdür. Her tür yasa-dışılığın kaynağı gettodur. Gettolar baskı altına alınması gereken, denetlenmesi ve yönetilmesi gereken, AB yasalarının gevşek geldiği alanlardır.

Göçmen Hafızası: Polislere ve tüm emniyet güçlerine karşı olumsuz görüntüler var
Polis-Getto ilişkilerinde daha önceki kovalamacalar
Fransız askerlerinin, Cezayir olaylarında uyguladığı şiddet, işlenen insanlık suçlarının fotoğrafları hala göçmenin akıllarında

Toplumun göçmene karşı taassubu: 1955 Cezayirinde uygulanmış anti-demokratik olağanüstü hal yasası tam destek aldı. “Fransa Fransızlarındır” yürüyüşleri yapıldı. Olaylara karışan göçmenlerin vatandaş olmasına bakılmaksızın yargılanmadan sınır-dışı edilmesi gündeme geldi
Paris ve Gazi Mahallesi Olayları-Farklar
Renk Duvarı ve İsim gibi engelleri Fransa’daki göçmenler daha belirgin ve daha keskin yaşıyorlar. Aleviler örneğinde bu “hiç yok” diyemeyiz. Birinin konuşmasından Kürt kökenli olduğunu anlayabildiğimiz gibi eğer Alevi karşıtı bir taasuba sahipsek bazı simgelerden Alevi’yi “teşhis edebiliriz” .
İş verirken yapılan ayrımcılık Fransa’da daha belirgin. Fransız kökenliler arasında işsizliğin %5 olduğu şehirlerde göçmenler arasında işsizlik %50 olabiliyor.
Fransa’da göçmenlerin, Siyasal sistemle “yasal yollarla” pazarlık yapmalarını sağlayacak araçlar etkin değil. (etnik-mafya dışında) Hemşerici hareketler politik-ekonomik-kültürel etkileri açısından Türkiye’de neredeyse iktidar durumunda.
Siyasal sistemle pazarlık yapma şansı olmayan toplulukların “kentsel töre” yaratma şansları çok az.

Saturday, January 07, 2006

Radikal 2 deki eski yazılarım

Ne zamandır kayıptılar... "Oniki havariler" serisi dediğim Radikal2'de çıkan eski yazılarıma ulaşacak bir adresi uzuun gayretler sonucu çıkarttım. linkini de verdim tam oldu.

Friday, December 02, 2005

Amatör Sosyoloji ve Sorunları

Amatör Sosyoloji... yeni teşhi edip adını koyduğum ve baştan sakat doğduğunu kabul ettiğim bir kavram. Ben bu kavramı yazının devamında inceleyeceğim "sosyolog" veya "az çok sosyoloji bilen" üniformasına bürünerek yapılan "günlük hayat sosyolojisi"ni nitelendirmek için kullanıyorum. Elbette bu kavram beraberinde dikotomik zıddı "profesyonel sosyoloji"yi gerektiriyor. Tırnak içinde "profesyonel sosyoloji" yani "sorun çözücü ve politika üreticilerinin sosyolojisi" daha resmi daha içi dolu gözükebilir. Ama "toplum mühendisliği" iddiasıyla bireysel alana müdahele ettiğinden, günlük hayatı çekilmez kılar. O da başka bir yazımın konusu.

Amatör Sosyologları, işine amatör aşkıyla bağlı olanları ve türlü sebeplerden adı başına sosyolog ünvanı koymayan alçakgönüllüleri de burada tenzih ediyorum. Amatör Sosyolog'un kim olduğu burada önemli değil, "meçhul sosyolog" "insan sarrafı" veya "tespit insanı" gibi lakaplarla anılıyorlar ve benim bahsettiğim çoğu amatör sosyologun, sosyolojik bakmak gibi bir amacı ve iddiası yok. Tek amaç hayatlarının toplumsal olan kısmında kendini sağlama almak.

Amatör Sosyoloji tıpkı tırnak içinde "profesyonel" olanı gibi ihtiyaçtan doğar. Buradaki ihtiyaçlar politik ve ekonomik alanda "karar vericilerin" ihtiyaçları değil bildik deyimle "sokaktaki insanın" ihtiyaçlarıdır. Amatör sosyolojiye ne tür problemlerde başvurulur veya bu sosyoloji nelere çözüm arar ona bakarsak: Kime kız verilir? Hangi meslek grupları daha çok maaş alır? Kimlere ev kiralanmaz? Hangi etnik grup ile ticarette hilecidir? Etnik gruptan karakter tahlili nasıl yapılır? Hangi etnik gruplar hangi mesleklerde hakimdir? İsmi "Abuzer" olan birinin nereli olma ihtimali ağır basar? Dış görünümden bir "Şereflikoçhisarlı" nasıl tanınır? Ayaşlı ve Güdüllü birbirinden nasıl ayırt edilir? vb. Bu soruları sıralamak Amatör Sosyolojinin belirgin özelliklerini ve hangi ihtiyaçlara cevap olarak ortaya çıktığını bulmak için umarım yararlı olmuştur.

Amatör sosyolojinin ilk göze çarpan özelliği "anonim" oluşudur. Üreticileri meçhul askerlerdir. Amatör sosyoloji, "sözlü kültür"e mal edilebilir. Ekşi sözlük türü sözlük sitelerinde yazılı hale geçseler bile, "sözlü kültür"ün tüm üreticilerinin ortak kaderi yüzlerinin silikleşmesi ve kaybolmasıdır.

Amatör sosyolojinin gelişmesi bir sosyalleşme göstergesidir. Ancak sosyalleşen ve "öteki" olarak adlandırdığı farklılık ile temas eden bireyler ve gruplar bu akıl yürütmeyi yapar. Ötekinin olmadığı yerde bu amatör sosyoloji de kurulamaz. Amatör sosyoloji ötekinin bizden farklı ve "bize ters" nesi varsa onu ortaya döker. "Bize ters"ler üzerinden kendimizi anlarız,bu kendimizi anlama sürecinde amatör sosyoloji önem kazanır. Bir diğer ilginçlik ise ötekinin bize atfettiği sosyolojik bulgularını sahiplenip, onlarla övünmektir. Bu da ötekinin sosyoloji üreticisi bize karşı uyguladığı savunma mekanizmalarının en ilgincidir. Amatör sosyolojinin bize baktığı zaman ne gördüğü, nasıl bir tavır takındığı hangi problem eşliğinde ve hangi saplantıyla konuya baktığına bağlıdır.

Amatör sosyoloji, saplantılarımıza haklı dayanaklar arama peşindedir. Yukarıdaki soruları aslında cevapları üretmiştir. Sorunsal gündemle paralel değişse bile cevapsal bir on yıl içinde yavaş yavaş değişir. "Bizden adam olmaz" "bu kafayla zor gireriz ab'ye" gibi sözlerden bir cevapsal repertuarı oluşturulabilir. Amatör sosyoloji tümevarırmış gibi gözükür, ama yaptığı peşin peşin bir tümden gelimdir.

Amatör sosyoloji geleneğimizin bugüne getirdiği sistematikleştirilmiş önyargılar, atasözleri ve fıkralarda yaşar. Toplumsal grupların farklılıkları görünce "sosyoloji yapma" (sosyolojik bakmaktan farklıdır) gibi bir güdüsü var, ki bu güdü sosyolojiye ilginin başlatıcısıdır. Daha baştan önyargılarla yola çııldığını düşünerek, önyargıdan arınarak topluma bakmak zor gibi görünebilir. Önyargıdan arınmak için empatiden daha iyi bir yol henüz bulunmadı.

Saturday, November 26, 2005

Amerikan İmparatorluğunda Kurucuların Asabiyeti

İlkel toplum kuramları, sosyalleşme, cemaatleşme kuramları günümüzü anlamada yeniden önem kazanıyor. Küreselleşmenin ekonomik ve kültürel boyutları, ulus-devletin “toplum”a dayanan yapısını zayıflatıyor. Toplum güç kaybederken, kendisine etnik ve dini kimlikler üzerinden taraftar toplayan ve bireylerini bir amaç etrafında birleştiren cemaatler güç kazanıyor. Ekonomik siyasal ve kültürel alanda günümüz toplumunda en belirleyici toplumsal hareketler cemaatlerin kolektif hareketleri oluyor. Asabiyet kelime anlamı itibariyle bir “cemaatin kolektif aksiyonerliği” ise, asabiyet kavramı günümüz toplumlarını anlamada kuramsal bir anahtar oluyor. Bu kavramın çatışma ve uyumu; eşzamanlı ve birbirinden ayrılmaz diyalektik süreçler olarak tasarlayışı çağdaş sosyal bilimin yapısıyla da uyumludur. Herhangi bir Antropoloji sözlüğünü açtığımızda asabiyet kelimesi karşısında “group feeling” ifadesini görürüz. Bu açıklama ve çeviri İbn Haldun düşüncesinin sadece uyum yönünü göstermektedir. Uyum asabiyet içindekiler arasındadır. Çatışma ise diğer asabiyetlere karşıdır. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz diyalektik bir ilişki içindedir. Asabiyet terimine etimolojik kökeni açısından bakıldığında Asabiyet terimi kaynağını Arapça Asabe: baba tarafından akrabalar kelimesinden almaktadır. Kölelikten azat edilenler de zaman içinde bu asabiyetin unsuru oldular. Asabiyet terimi cemaatin ölçeği büyüdükçe kelime kökenini de aşmıştır. Les Gens-La Phratrié-La Tribu-La Cite [Soy, Boy,Aşiret, Şehir (Pax)] çizgisini izleyen Roma İmparatorluğu’nun kuruluşunun her aşamasında Asabiyet de dönüşmüş, giderek çözülmüş ancak kaybolmamıştır. Kaybolmadığı dağılma sürecinde her kabilenin kendi kaderini çizdiği görülünce anlaşılmıştır.
Günümüz toplumlarının asabiyet eşliğinde yorumlanmasına bir örnek olarak Amerikan toplumu verilebilir. Amerika’da göç hiç durmadığından, Tönnies’in terimiyle toplumlaşma[1] tamamlanamadığından “kurucu babalardan” bu yana göçmen cemaatlerine dayanan bir yapı hakimdir. Kıtaya ilk gelen püritenler (WASP) cemaatleşirken tam da İbn-Haldun’un tanımladığı asabiyet ilkelerine göre hareket etti, sonraki nesil İrlandalı-Katolik cemaatleri de püritenlere karşı varlıklarını asabiyetleri ile birbirlerine tutunarak ve ötekiyle çatışarak sürdürdüler. Hollywood filmleri üzerinden somutlaştırırsak, “Vahşi Batı”nın, Avrupa’dan farkı zor kullanma tekelinin devlette olmamasıdır. Bu ilkel devlet tasavvuru, zor kullanma tekeli açısından, İbn-Haldun’un medeni olarak gösterdiği 1300’lerin Arap şehir devletlerinden ve şehir konfederasyonlarından bile ilkel, uzlaşma kültürü açısından daha geridir. Başında şapkası belinde tabancasıyla gezen sığır çobanı figürü Amerikan bireyi ve toplumunu anlatır. Hiçbir zaman kendini güvende hissetmeyen, tehlikenin nereden geleceği belli olmayan, beline silahı takanın ve etrafına kolektif aksiyonerliği güçlü adamlar toplayanın kanun olduğu, yağmayla mülkiyet edinme veya mülkiyeti dış saldırıdan koruma amacına yönelmiş bir asabiyet Western filmlerden sezilebilir. Çağdaş toplumda bu olgunun çağdaşlaşmış yansımalarını “Bowling For Columbine” filminde görebiliriz. “New York Çeteleri” filmi konusu itibariyle Katolik İrlandalı ve WASP topluluklarının, yeni dünyada cemaatleşmesi ve diğer cemaatle iktidar savaşına odaklanır. Boston şehrindeki İrlandalı sermayenin “İrlanda Kurtuluş Ordusu”na verdiği sermaye desteği, göç edenin nereden geldiği bilincinin aradan geçen yüz elli yıla rağmen silinmediğini ve “anavatanla” bağların kopmadığını, bu asabiyetin (grup dayanışması + ötekiyle çatışma) bilinci diri tuttuğunu gösterir. Göç edenlerin, yeni dünyadaki asabiyetinin hangi değerler üzerinden kurulduğunu ve nasıl örgütlendiğini en güzel ifade eden figür Mario Puzo’nun “Don Carleone”sidir. Amerika içinde bir İtalyan asabiyetinin yeniden inşa edilişi, tüm iç çelişkileri, geleneksel değerler ile iş çıkarlarının çatışması eşliğinde ve zaman içinde asabiyetin çözülüşü/dönüşümü etrafında irdeleniyor. Amerikan toplumu içerisinde görece zayıf kalmış zenci,hispanik cemaatleşmeleri ve bu cemaatlerin iç ve dış ekonomik ilişkileri (mafya) bazı güçlü cemaatleşmelerin cemaatin siyasal çıkarlarını temsil etmek amacıyla lobiler oluşturmaları, bazı cemaatlerin (Yehova Şahitleri, Quaker) devletle anlaşarak kültürel ayrıcalıklar kazanmaları bize gösteriyor ki Amerika halen büyük ölçüde cemaatlerin asabiyetinin etkisi altındadır. Amerikan siyaset felsefesinde her grubun kendi çıkarını elde etmek için birbiriyle rekabet etmesiyle “ortak fayda”ya ulaşılacağı inancının hakim oluşunu da çatışma ve dayanışmayı aynı anda yaşayan, asabiyete dayanan yapıda aramak gerekir.
Farklı ve çekişen çıkarlara sahip topluluklar, uzlaşamayacaklarını bile bile neden birleşirler? Onları birleştiren ve bir arada tutan nedir?
Farklı ve çekişen çıkarları olan bu asabiyetleri bir arada tutmak için bir dış düşman ve onunla savaş için bir seferberlik gerekiyor. Ancak yağma edilen kazanç doğru paylaştırıldıkça bu asabiyetler uyum içinde tutulabilir. Roma İmparatorluğu, Moğol Konfederasyonu, Atilla Seferleri bir anlamda bu çatışan asabiyetleri uzlaştırmanın en cazip yolu olarak savaşı kullandı. Günümüzde ABD'nin Irak harekatı esnasında daha savaş sürerken liman ihalelerini ve petrol tesislerini 7 kızkardeş denen ve bazıları devletten de büyük bütçelere sahip şirketler arasında bölüştürmesi bu tür bir ganimet paylaşımına örnektir.
Öte yandan bu savaşların durması halinde Asabiyet unsurları da tıkanacaktır. Bir imparatorluk taht kavgalarıyla nasıl dağılıyorsa ona benzer bir dağılma başlayacaktır. Asabiyete sahip kabileler arasında bu kez birbirlerini ve onları bir arada tutan o üst-otoriteyi yağma etmek için savaş başlar. Güçlü bir liderlik ve sürekli dış düşmanlarla savaş bu birliği bir arada tutar. Meksika'da, Orta Amerika'nın bölük pörçük her ülkesinde, Bahamaların her adasında, Kore'de, Vietnam'da, iç savaşlardan kitlesel katliamlara, nükleer savaşlardan çevresel felaketlere bu seferler durduğu anda Amerika'da iç çelişkilerinin derdine düşer ve kendisinden önceki İmparatorluklar gibi kendi kendine içten içe çürür ve yıkılır. Katrina Kasırgasında açlıktan kırılan halkının üzerine yardım yerine vur emri ve m-16'larla donatılmış asker yollayan ABD bu iç çelişkinin ne olduğunun cevabını bize vermektedir.
Not: Pardon biri "anakronizm" mi dedi? Yani kuram kuram için midir? Hegel Herakleitos'dan bin yıl sonra "diyalektik" dediğinde anakronik mi oldu? Karl Marx, antik yunanın bir sınıfı olan "proleterya"yı sanayi çağına taşıyıp işçi sınıfına isim yaptığında anakronik oldu mu?
Kuram kuram için olamaz! Bilim zamanın da değişteremediği, zamanın ötesinde olanı incelemelidir. İbn-Haldun'un babası kabul edildiği tarih de, sosyoloji de, ekonomi de buna dayanır.